23 Eylül 2010 Perşembe

Eti Terbiye Etmek

"Sabahtan beri uğraşıyorum, didiniyorum; evi temizle,bulaşık yıka, çocukları giydir... Şimdi de eti terbiye etmekle uğraşıyorum. Çocukların ahlakını bozacak yoksa" diye söyleniyordu herhangi bir evin herhangi bir annesi. Onun için zordu tabii eti terbiye etmek. Etin ettiği küfürler, yaptığı terbiyesizlikler, söylediği sözler... Bunlar yetmezmiş gibi bütün gün evde bağırıyor, etrafı kırıp döküyordu. Neden aldık bunu diye hayıflanıyordu anne. Onun hayıflandığını hissettikçe et, inadına daha da çekilmez oluyordu.

Atsa atamaz, satsa satamazdı. Bir kere almıştı o eti, artık onundu. Almasıyla birlikte büyük bir sorumluluk da almıştı anne, onu topluma kazandırmalıydı, örnek bir et yapmalıydı onu.


Bir gün anneyle et büyük bir kavgaya tutuştular. Ve anne en kırıcı lafı söyledi ete "HİÇBİR İŞE YARAMIYORSUN!" Et çok incindi; bir bakış attı anneye ve hiçbir şey söylemeden odasına, mutfağa gitti. Anne onu kırdığı için üzülmüştü. Kafası dalgın olduğundan ayağı yerdeki halıya takıldı ve çığlıkla yere düştü. Gözünü çarpmıştı ve gözü mosmor olmuştu. Et koşarak annenin yanına geldi, onu o halde görünce yaptıklarına pişman oldu. Anneye yardım etmek istedi, gözünün üzerine oturdu. Morluk birden düzelmeye başladı. Anne, etin terbiye olduğunu anladı, bundan sonra her şey çok daha güzel olacaktı....

Aklına Yatmak

Elindeki elma şekeriyle daha da bir şeker olurdu. Gözleri masmavi, saçları sarı ve ipek gibiydi. Görenler, bu minik kızın ileride çok ama çok güzel bir kadın olacağını bilirdi.
Küçük kız, her zaman mutluydu ve neşeliydi. Yalnızca örümcekler onu korkutur ve mutsuz ederdi. Bir örümcek, kızın bu güzelliğini alıp götürmesine, ağlayarak çirkinleşmesine sebep olabilirdi.

Bir gün bu küçük güzel kız, elinde elma şekeriyle televizyon izlerken, televizyonun önüne, ağıyla bir örümcek indi. Kız korkuyla irkildi, elindeki elma şekeri yere fırladı. Kıza göre bu örümcek çok çirkindi; tüylü bacakları, iğrenç bir suratı vardı ve ona asla güvenilmezdi. Çok iğrençti!

Örümcek, kızı süzdükten sonra "merhaba" dedi. Kızın şaşkınlıktan gözleri yuvalarından çıkacaktı sanki. Örümcek bir daha "merhaba" dedi. "Senin beni iğrenç bulduğun kadar, ben de seni iğrenç buluyorum" dedi. Kız, örümceğin dediğini düşünmeye başladı. Mavi gözlü, sarı saçlı bu şirin kız nasıl çirkin olabilirdi ki, o dünyanın en tatlı kızıydı. "Hayır" diye bağırdı, "ben çok güzelim!"

Örümcek, bu kızın kendini beğenmişliğinin, şımarıklığının nereden kaynaklandığını düşündü; çevresindeki herkesti onu bu hale getiren. Aslında acıyordu kıza, o, o değildi, başkalarının düşüncelerini, ütopyasını yaşıyordu. Örümcek, kıza yaklaştı, kız ne gariptir ki korkusunu üzerinden atmıştı ve örümceği incelemeye başladı. Aslında korktuğu gibi değildi, alışıyordu. Birden içinde örümceye dokunma arzusu belirdi, cesaretini topladı ve elini örümceğe uzattı. Yumuşaktı, hipnoz etkisi vardı sanki. Büyülenmişti küçük kız. Örümcek amacına ulaşmaya başladığını hissetti ve yavaş yüzüne tırmanaya başladı, kızın hoşuna gitmişti bu. Kız, kahkaha attı zevkten, unutmuştu örümceğin çirkin olduğunu. Örümcek yavaş yavaş kızın kulağından içeriye girdi, kız büyülenmişti sanki, hiçbir tepki göstermedi bu duruma. Örümcek, artık kızın aklına yatmıştı, beyninde yaşayacaktı artık kızın. Kız, tepki göstermemeye devam etti. Günler böyle geçti. Örümcek, beyninde ağını ördükçe kız, daha da şuursuzlaşıyor ve hiçbir şeyi eleştirmeden, düşünüp tartmadan kabul ediyordu. Ve bir ömür böyle geldi geçti...

16 Eylül 2010 Perşembe

Gözünün Yaşına Bakmak

Güneş ışığı rahatsız ediyordu onu, tatlı bir rüyanın verdiği mayhoşluğu, güneş ışığı bozuyordu, onu gerçekliğe doğru sürüklüyordu. Mücadeleyi uzun süre sürdürdü fakat sonunda yenildi ve gözlerini açtı gerçek dünyaya. Güne başlıyordu tekrar. Sıkıcı ve monoton bir gün daha. Yatakta doğruldu, yüzünü yıkamak için tuvalete gitti. Yüzünü yıkamadan önce aynaya bakarken kendisinde bir gariplik olduğunu farketti. Biraz daha yaklaştı aynaya. Gözünde bir gözyaşı vardı ve nefes alıp veriyordu. Hala rüyada olduğunu düşündü; neyse ne! dedi. Ve gözyaşını incelemeye koyuldu, ağzı, burnu, gözü vardı, tatlı tatlı uyuyordu yanağının üzerinde. İçi ısındı gözyaşına. Okşamak istedi, bir şey olur korkusuyla elini yaklaştıramadı.

Gözyaşı esnedi ve gözlerini açtı. Ağlamaya başladı, deli gibi ağlıyordu.Adam ne yapacağını şaşırdı, niye ağlıyordu acaba?! Karnı mı acıkmıştı? Peki ne yerdi bu gözyaşı? O ağladıkça adam daha da üzülüyordu, o kadar üzüldü ki ağlamaya başladı. Gözyaşı, gelen gözyaşlarını yemeğe başladı. Adam tesadüfen gözyaşının ne yediğini öğrenmiş oldu. Ürkütücüydü aslında, gözyaşı gözyaşı yiyordu; insanın insanı yemesi gibi bir şeydi bu. Çok da garipsemedi ürkütücü olan bu durumu.

Karnı doyan gözyaşı, tatlı tatlı gülümsedi. Bu gülümsemeyi görünce mutluluk ve neşe kapladı adamın içini. Adam bu duyguyla sarhoş olmaya başlamışken, gözyaşı acıyla ağlamaya başladı, canı yanıyordu, ölüyor gibiydi. Adam ne yapacağını şaşırdı, gözyaşının ağlamasına çok üzüldü, o da ağladı. Adam ağlar ağlamaz gözyaşı mutlulukla kahkaha atmaya başladı. Adam, gözyaşının mutsuzlukla ve gözyaşıyla yaşadığını anladı. Gözyaşını o kadar çok sevmişti ki ölmesini istemiyordu. O yüzden bir karar verdi, hep üzülecek ve ağlayacaktı. Belki bir rüyaydı bu, ama farketmezdi artık; o gözyaşı mutlulukla kahkaha atmaya devam etmeliydi.

Günler Çuvala Girdi

 Yanağında kocaman sivilcesi olan küçük kız yürüyordu ormanda. Doğduğundan beri bu ormandaydı. Küçük bir kulübede yaşıyordu ailesiyle. Babası ağaç kesmeye indiği zaman ormanın derinliklerine o da giderdi babasıyla. Kesilen ağaçları üzüntüyle izlerdi. Babası, çuval dolana kadar ağaçları baltayla keserdi. Yine o günlerden bir gündü. Babası, haşin bir biçimde, sanki hayatın tüm acısını o ağaçlardan çıkarıyormuşcasına baltayı vuruyordu ağacın gövdesine. Küçük kızın canı acıyordu babası baltayla ağaca vurdukça. En sonunda kızın canına tak etti, gizlice babasının çuvalını aldı ve babasının ağaçları kestiği her günü çuvala doldurdu, geçmişin tamamı çuvala girmişti, çuval o kadar dolmuştu ki her an patlayabilirdi. Küçük kız, gelecek için de bir çuval lazım dedi kendi kendine. Eve gidip alması gerekiyordu bir çuval daha. Babası geçmişi çuvala doldurduğunu anlayıca kıza sinirlendi. Küçük kızın sivilcesini patlattı, kızın canı çok acıdı fakat bu acı, babasının ağaçlara yaptığında duyduğu acıdan daha fazla olamazdı.

Hemen kaçtı ordan, eve doğru koştu. Vardığında çuvalı eliyle koymuş gibi buldu. Şimdi sıra gelecekteydi. Babasının ağaçları kesmediği zamana kadar tüm gelecek günleri çuvala doldurdu. İşi bittiğinde kendini yorgun hissediyordu. Ellerine baktı, buruş buruştu. Ne olduğunu anlamak için aynanın karşısına geçti, yaşlandığını gördü. Şaşkındı fakat yaşlandığına değil; babasının ağaçları kesmeyi bırakmasının bu kadar zaman aldığına...

14 Eylül 2010 Salı

Başının Üstünde Yerin Var

Hava yağmurluyken uçmak ne zor şey, dedi hamile kuş. Kanatlarının üzerine yağmur damlaları düştükçe, uçmakta daha da zorlanıyor, gücünün tükendiğini hissediyordu. Ev bulmalıydı, kendisi için değil, yavruları için bulmalıydı; tek arzusu buydu.

Yağmur yavaş yavaş diniyordu. Artık takati kalmamış olan kuş, en yakın ağacın dalına konuverdi. Yağmurdan yumuşayan ağacın dalları, kuş konar konmaz kopuverdi. Yine evsizdi! Karnındaki yavru kuşları nerede doğuracak, nerede bakacaktı?!

Umutsuz bir halde uçarken gökyüzünde, minik bir kız çocuğu çarptı gözüne. Onu mu çağırıyordu acaba; ama insanlar kötüydü, çağırıyorsa da ona kötülük yapmak için çağırırdı diye düşündü. Kız, elini kaldırıp kuşu çağırdı tekrar. Kuş, ne yapacağını şaşırdı, kızın umutlu çağrısına boyun eğemedi ve kızın eline kondu. Kız, anne kuşu okşamaya başladı. Mest olmuştu anne kuş, umudun tükendiği noktada, o minik çilli kız ona tekrar umut verdi.

Küçük kız, kuşun kulağına eğilerek "başımın üstünde yerin var" dedi. Kuş, büyük bir mutlulukla çalı toplamak için uçtu. Bulduğu tüm çalıları, çilli küçük kızın kafasına koydu. Huzurlu ve emniyetli bir yuva bulmuştu kendine ve çocuklarına.

Kızın kafasındaki yuvaya oturdu, çocuklarını doğurdu, minik yavrular huzur içinde kızın kafasında yaşadılar,ta ki kanatlanıp uçana kadar.

Vakti Öldürmek

Adımını attı ıslak ve sokak ışığıyla aydınlatılmış asfalta. Camı kırılmış olan saatine baktı, saat 12.37'ydi. Giydiği kot çok dardı, ellerini ceplerine sokmak için epey bir çaba sarfetti. Biraz üşüyordu ama umursamadı, gölcüklere basarken çıkan sesi dinleyerek yürüdü. Uzaktan gelen tatlı bir melodi, su birikintisinden gelen sesle karıştı, sesler ayaklandı birer birer. Adamın adımlarını takip ettiler, adam yavaşladığında onlar da yavaşladı, adam hızlandığında onlar da hızlandı.

Adam yürümeye uzun bir süre devam etti, elini dar pantolonundan çıkardı kolundaki saate baktı, saat 12.37'ydi. Elini tekrar cebine soktu. Kafası öne eğik yürümeye devam etti....

Kafasını gökyüzüne kaldırdı, gökyüzündeki bulutlar kıpırdamıyordu. Şaşırmadı, kafasını tekrar önüne eğdi ve yola devam etti. Sokağın köşesinde bir karartı gördü, ona yaklaştı hissizce. Siyah bir kedi tam zıplarken havada dona kalmıştı. Umursamaz bir tavırla kafasını çevirdi ve yola devam etti. Uzun bir süre sonra, kolunu pantolondan çıkarttı, saatine baktı, saat 12.37'ydi.


Kendini dinlemek onu rahatsız etmeye başladı, yavaş yavaş evinin yolunu tuttu. Evinin önünde, kanlar içinde yatan Vakit vardı, ve saatinin kırılan camları. Vakti kollarının arasına aldı, yüzünü ona yaklaştırdı, ve Vaktin yüzüne, tanrının ruhundan bir parça üfledi; zaman canlandı; yerdeki kırılan saatin parçaları kayboldu, adamın saati eski halini almıştı. Bulutlar tekrar hareket etmeye başladı, kedi miyavlayarak yolun karşısına geçti. Artık saat 6.45'i gösteriyordu, hayat devam etmeye başlamıştı, ve adam evinin gıcırdayan merdivenlerinden çıkıp artık soğumuş olan yatağına uzanıverdi....


13 Eylül 2010 Pazartesi

Zamane Çocukları

Evet dedi, zaman akıp gidiyor; o zaman onu yakalayalım. Koştu 6 bacaklı çocuk, arkasından da en samimi arkadaşı cüce. 6 bacaklı çocuk o kadar hızlı koşuyordu ki cüce ona yetişemedi, zamanın arkasında kaldı, oturup ağladı. 6 bacaklı çocuk arkasına bakmadan zamanı kovalamaya devam ediyordu, zamanı görmüyor ama hissedebiliyordu . Hırs yapmıştı, yakalayacaktı zamanı. Koştu, koştu, koştu... Zaman kaçtıkça o da kovaladı. Yaklaşmıştı, çok az kalmıştı, son bir hamleyle karanlığa atladı, karanlıktan tuttu zamanı. Elini karanlıktan çıkarıp bakmaya cesaret edemiyordu bir türlü, titriyordu ama heyecandan mı korkudan mı anlayamamıştı. Yavaş yavaş ellini karanlıktan çıkarttı evet, sonunda görebilecekti zamanı, yakalamıştı.

Elindekine bakakaldı, bu bir yelkovandı. Zaman sadece yelkovandan ibaret mi diye düşündü. Uzaktan tak tak tak sesi geliyordu, elindekini incelemekten sese kulak vermemişti. Ses gittikçe yaklaşıyordu, yaklaşıyordu.. Kafasını yelkovandan kaldırıp geriye baktı ve akrepin ona yaklaştığını gördü; panik içinde yelkovanı yere fırlattı,ve korkuyla koşmaya başladı... Koştu, koştu, koştu.. Akrep onu kovalamaya devam ediyordu.. Korkudan ağlamak istiyordu ama sadece koşmayı başarabildi. Koşarken cüce arkadaşına rastladı, bıraktığı yerde duruyordu, akrep onu kovaladığı için duramadı, koşmaya devam etti, koştu, koştu, sonsuza dek koştu....